Yusufhan Toraman yazdı.

Uzun zamandır üzerine yazmak istediğim bir şey.

Konu özelinde yeterli ve tatmin edici Türkçe kaynak bulamamış olmak beni yazmaya daha fazla teşvik etti.

Belki dünyanın 20-30 yıldır kıyıda köşede, gündeminde olan ‘Escapism’ (Eskeypizm; gerçeklerden kaçma, gerçekten kaçış, hayal kurma, kaçışçılık) ve ‘Self-deception’ (Self-disepşın; kendini aldatma, kendini kandırma) Türkiye’de belli ki yeterince anlaşılamıyor ya da önemsenmiyor.

Belki ülke olarak çözmemiz gereken daha önemli meseleler var veya biz ‘Avrupalı’ dertlerini sıkıntı edecek kadar refah içinde değiliz fakat kesinlikle çok önemli olduğunu ve aciliyetle eyleme geçilmesi gerektiğini düşündüğüm bir konu. En azından bizim bu konuyu yeterli düzeyde irdeleyip, anlayıp, çözüm önerileri getirip, gelecek nesilleri olası ‘sanal dünya’ ve ‘kültür mühendisliği’ sorunlarından korumamız gerekiyor.

‘Escapism’ ve ‘Self-deception’, daha çok gençlerde rastladığımız bir durum olduğundan, ebeveynlerin de çocuklarını anlayabilmesi ve ona göre yaklaşması için bir hayli önemli. Uzmanların bas bas bağırdığı ‘gençler asosyalleşiyor, video oyunları onları kötü etkiliyor, bilgisayardan gençleri uzak tutun, yeni nesil apolitikleşiyor’ gibi birçok söylemin altyapısı bu iki kavram. Peki nedir bu ‘Escapism’ ve ‘Self-deception’ ve beni neden bu kadar endişelendiriyor? Konuyu anlayabilmek için iki kavramı da çok temelden ele almak istiyorum.

Escapism:

‘Escapism’ özellikle insan yaşamı ve sosyolojik yapı kentleşmeye evrildiğinden beri bilinçli ya da bilinçsiz şekilde uyguladığımız bir şey. Temelinde sorun olarak gördüğümüz ve bizi rahatsız eden düşüncelerden, duygulardan ya da durumlardan kaçış halinde oluşumuz. Mesela iş yerinde devamlı olarak yaşadığımız ve bizi rahatsız eden bir şeyi göz ardı etmemiz. İş yerinden çıktığımızda bu sorun ortadan kalkıyor ve hayatımıza devam edebiliyoruz.

Yarın işe gittiğimizde aynı sorunu yaşamaya devam edebiliriz ama bize sıkıntı verecek bu durumun altında ezilmemek için gerek dışarıda sosyalleşiyoruz gerek evde kendi başımıza ya da ailemizle etkinlikler yapıyoruz ya da izine ayrılıyoruz.

Sorun o kadar büyük olmadığı için onu yok sayıp, gündelik hayatımızı etkilemeden yaşamaya devam ediyoruz.

Olaya daha gerçekçi bir kalıpla yaklaşmak gerekirse, insanda temel bir hayatta kalma içgüdüsü olan ‘fight or flight’ (savaş ya da kaç) ‘Escapism’ ile doğrudan ilintili. Psikolog D. Kenan Akyol’a göre; ‘savaş ya da kaç’ mottosu, ‘kaçışçılık’ (Escapism) dediğimiz olgunun özeti. Psikolog Akyol şu şekilde anlatmış:

“İnsan, biyolojik anlamda sürekli hayatta kalmaya ve genlerini aktarmaya programlanmış gibidir. Bu yüzden bir sorunla veya tehditle karşılaştığımızda ya onunla savaşırız; ortadan kaldırmaya veya çözmeye çalışırız ya da tehdit edici kişiden, düşünceden, nesneden uzaklaşırız. İnsan fizyolojik anlamda iki tür sinir sistemine sahiptir.

Sempatik Sinir Sistemi: Vücut stres veya gerilim yaşadığında aktive olur.

Parasempatik Sinir Sistemi: Vücudun sakin ve dinlenme modudur. ‘Dinlenme ve üreme’ modu.

Tehditle sürekli bir arada kalmak fizyolojik düzeyde sempatik sinir sistemimizi aktive eder. Bunu ise biz sürekli uyarılmışlık hali ile yaşarız. Gözlerimiz çok hassaslaşır, küçük bir ses bizi irrite etmeye yeter. Uzun vadede ise gerek sinirsel gerekse ilintili olarak psikolojik anlamda bir yorgunluk yaşarız.”

Birçok insan, bu gündelik sorunların üzerine gidip savaşmak yerine, daha kolay olan ‘halının altına süpürmeyi’ tercih ediyor. Sanırım bu da aslında ‘Escapisme’ fazlasıyla aşina olduğumuz anlamına geliyor. Sadece bunu; “Hayatımda böyle bir sorun var ve ben bundan kaçıyorum” bilinci ile yapmıyoruz. Bu kavrama özellikle anksiyete, sosyal anksiyete gibi psikolojik rahatsızlıkla boğuşan ve yapı olarak utangaç ve sinirli kişiler pratik olarak aşina. Özellikle anksiyete yaşayan kişiler stres bozukluğundan uzaklaşmak için yürüyüşe çıkıyor, müzik dinliyor veya o an kendilerini ne rahatlatıyorsa onu yapıyor. Belki hobi edinmek bile bir ‘kaçışçılık’ mekanizmasıdır. Böyle anlatıldığı zaman aslında ne kadar gerekli ve normal olduğu anlaşılabilir fakat sorun bu ‘kaçışçılık’ mekanizmasını abarttığımızda başlıyor. Eğer bunun dozunu ayarlayamazsak aynı uyuşturucu gibi bu hale bağımlı duruma geliyoruz ve karşımıza çıkan en ufak engelden kaçmaya başlıyoruz, uzaklaşıyoruz. Mücadele etmeyi bırakıyoruz ve kendimize bu engellerin, sıkıntıların olmadığı bir dünya yaratmaya başlıyoruz. Yani kendimizi kandırmaya başlıyoruz.

Özellikle gençlerin, video oyunları oynayarak çok vakit geçirmesinin temel sebeplerinden biri işte tam olarak bu. Rol yapma oyunları, zaten halihazırda var olan ve bu rutin problemlerin yer almadığı hayali bir dünyada, ister kendinizi sanal olarak canlandırdığınız ya da canlandırmak istediğiniz kişi gibi davrandığınız bir düzlem sunuyor.

Tabi gerçek hayatta yeterince takdir edilememe, birtakım şeylerin eksikliği (aile, arkadaş, vb.), başarısız sosyal ilişkiler ya da başarısız bir eğitim hayatı ve gerçek hayattaki sorumlulukların fazla ve ağır gelmesi, gençleri bu dünyaya itme konusunda en büyük tetikleyiciler. Video oyunlarının yanında sosyal medyayı çok aktif bir şekilde kullanmayı da bu kategorinin içerisine alabiliriz. Neticede yine gerçek dünyadan uzak bir profil oluşturup, sizi takip eden insanlara başka bir hayatı tanıtmak çok da farklı şeyler değil. Özellikle Instagram gibi görsel teşhircilik ya da Twitter gibi fikirsel teşhircilik mecraları en çok tercih edilen ‘Escapism’ siteleri. Bu mecralar ya da video oyunları çok zararlı olduğundan dolayı değil, nasıl kullanmayı tercih ettiğimizle alakalı bir şey. Yoksa gündelik yaşamın sıkıntılarından uzaklaşmak için müzik dinlemek de bir ‘Escapism’ örneği. Keza dizi/film izlemek de öyle. Yazının en başında bahsettiğim ‘kültür mühendisliği’ konusuna burada geliyoruz. Kapitalist sistem, devamlılığını korumak için insanlara gerçekleşmesi güç ama nispeten herkesin hayalini kurduğu şeyleri pazarlamaya yönelik çalışıyor. Bu yüzden yıllardır televizyonlarda, yakın zamanda ise yayıncılık platformlarında (Netflix, Disney+) yüzeysel şeyler izliyoruz. Çok sevdiğim ‘Fight Club’ filmindeki bir sahne konuşması durumu çok güzel özetliyor:

“Bizim savaşımız ruhani bir savaş. En büyük buhranımız hayatlarımız. Televizyonlar yüzünden büyürken milyoner film yıldızı ya da rock yıldızı olacağımıza inandık ama olmayacağız. Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz.”

Evet sürekli bu mottonun empoze edilmeye çalışıldığı filmleri fazlaca tüketmekte bir ‘Escapism’ ve bu bir kültürel dönüşüme sebep oluyor. John L. Longeway ‘kaçışcılığı’ şu şekilde anlatıyor:

“Bizi günlük hayatımızın sorunlarından koruyan, bazen kendimizi gerçekte olduğumuzdan daha önemli, daha güçlü, daha iyi birisi olarak hayal etmemize olanak sağlayarak, eğlencenin temel amacıdır.”

Medyanın işlevleri arasındaki; ‘eğlendirme’ (entertainment) işlevi de bizim için bir ‘Escapism’ aracı oluyor.

Sanırım Türkiye’deki en net örnek de ‘Televole’dir’. Televole ile büyüyen nesil, kendini ‘American Dream’e’ fazla kaptırdı ve bunu yaşayabileceğini ya da yaşadığını düşündü. Kendimizi bu gerçeklik dışı düşünceye fazla adamamız ‘Self-decepitona’ yol açıyor. Ki bu da ‘maladaptive daydreaming’ (uyumsuz hayal kurma) gibi psikolojik rahatsızlıklara zemin hazırlıyor ya da sorunlardan sürekli kaçmaya çalışmak alkol gibi zararlı alışkanlıklara da itebiliyor.

Self-Deception:

Bu olgu kısaca; bir yanılsama yaratıp, gerçekmiş gibi hareket ediyor olma durumudur. Bu noktada karşımıza şu çıkıyor:

Bir gerçeği bilip yüzleşmek istememek ile bir gerçeği bilip kafanızdan çıkaramamak, bu gerçeğin altında tekrar tekrar ezilerek reddetmek.

Bu yaklaşım, aşırı düşünme (overthinking) sahibi insanların kendini kandırmak için daha yatkın olduğu anlamını çıkarmamızı sağlıyor. ‘Kaçışçılıkta’ anksiyeteden de bahsetmiştik. Günümüzde birçok insanın bu iki durumla karşı karşıya olduğunu da hesaba katarsak ortaya çok endişe verici tablo çıkıyor.

Ya herkes sorunlarıyla başa çıkmayı başaramazsa? Ya herkes bir noktada kendine yarattığı dünyada yaşamaya kendini fazla kaptırırsa? Ya zaten halihazırda yeni nesil bu şekilde yaşamaya alışıyorsa?

Öte yandan benlik ve hayatın anlamı olgularını kaybetmiş kişiler için içinden çıkılamayacak felsefi bir pencere açılıyor.

Zaten gerçek hayatta bir ‘self-deception’ değil mi?

Öte yandan kitleler halinde bir yalana inanma/inandırılma ve hatta bir yalan düzleminin içerisinde yaşamak durumu da var. Bu özellikle erk/iktidar sahibi kişilerin, medya üzerindeki güçlerini kullanarak toplumu yönlendirmeleri ile başlayan bir süreç. Örnek vermek gerekirse; 2. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanya’sının Propaganda Bakanlığı’nın toplumu korku ve Alman üstün ırkı etrafında kenetlemesini ve Sovyetlerin Berlin’e girene kadar savaşı kazandıkları algısını yarattıklarını söyleyebiliriz.

Güç sahiplerinin toplumu bu kadar büyük yalanlara inandırmaları çok nadir olsa da aynı mekanizmanın baskıcı yönetimlerde de uygulandığını rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Zannediyorum ki benzer örnekleri görmek için çok da uzaklara bakmaya gerek yok.

Bir başka taraftan ise bazı kitleler birbirini bir yalana inandırabiliyor. Kimisi aşırı iyimser düşüncelerini sırf onlara ya da bir başkasına daha iyi geleceğini düşünerek gerçekçi temellere oturtarak aslında insanlara ve kendilerine zarar veriyorlar.

Mesela aşırı kilolu bir bireyin sosyal medyadaki paylaşımlarına, ‘çok güzelsin, kafana takma, harikasın, aşırı tatlısın’ gibi aşırı olumlu yorumlar yapmak ya da tam tersi, aşırı kötümser düşünceleri gerçekçi temellere dayandırmak. Aynı bireye, ‘çok çirkinsin, git zayıfla, biraz spor yap’ gibi ve hatta bazen hakaret içerikli yorumlar yapmak.

İkisi de temelde benzer şeyler.

Kitlelerin yönlendirmesiyle biri ya sağlıksız olduğu gerçeğinden uzaklaştırılıyor ya da aşırı şişman olduğu düşündürülüyor ve kişi bunu bir takıntı haline getirip, bunalıma giriyor.

Sadece kitlelerin bireyleri yönlendirmesi değil, kitlelerin o topluluk içerisinde birbirlerini bir yalana topluca inandırmaları da bu kategorinin içerisine girebilir. Özellikle radikal topluluklar ya da oluşumlar, kendi içlerinde birbirlerini bir yalana veyahut gerçeklik dışı bir düzleme endeksli şekilde yönlendirmek üzerine kurulmuş durumda. Örneğin; ‘Red pill, Black pill, Radikal Feminizm, Heterofobik LGBT toplulukları, ırkçı oluşumlar, düz dünyacılar, Matrix Felsefesine inananlar, moderniteyi reddedip gelenekselciliği kucaklamak adı altında oluşan gerici topluluklar’ gibi.

Sonuç olarak, her şeyde olduğu gibi yine eğitim düzeyinin ne kadar önemli olduğu kanısına geldik sanırım. Ortak yaşama felsefesini biraz olsun terk edip, bireyselleşmeyi öne çıkararak, birey farkındalığını artırmamızda yarar olduğunu düşünüyorum. Elbette Türk Kültürü’nün yapı taşlarından olan ortak yaşama anlayışından tamamen kopabileceğimizi düşünmüyorum. Gerekli olduğunu da düşünmüyorum ama birey olarak kim olduğumuzu, neyi neden yaptığımızı, yaptığımız şeylerin nelere yol açabileceğini bilecek kadar bireysellik kazansak fena olmaz.

Zamanımızı neye harcadığımızın kritiğini ve bu harcanan vakitte nelerden kaçtığımızın bilincinde olmamız gerektiğine inanıyorum. Ebeveynler ise çocukları için dikkatli olmalı. Çocukların nelerden rahatsız olduğunu ve nelerden kaçmak istediğini analiz etmeleri bir hayli önemli. Çocukları, ‘aman gönlü olsun da ne istiyorsa onu yapsın’ mantığı ile boş vermek yerine, onlara sorunlarıyla baş etmeyi, sorunlarından kaçmamayı öğretmek en doğrusu gibi duruyor.

“Tüm bu olup bitenin anlamı sensin. Sebebini bilmediğin başlangıcın, sebebi olmayan finalini de göreceksin. Ne sen ne ben, farkına varmadan… Farkına varabiliyor isen, tadına varacağın tek şey zaman. Zaman bir geri sayım.”