Ekonomi literatüründe kriz kavramı oldukça önemli bir yere sahiptir. Küreselleşmenin hız kazandığı 1980’li yıllardan itibaren finansal krizler daha sık karşımıza çıkmaktadır. Bölgesel ya da sektörel olarak ortaya çıkan krizler, piyasaların derinleşmesi ve birbirine daha bağımlı hale gelmesi sonucunda çok geniş alanlara yayılabilmektedir. 2008 yılında ABD’de konut piyasasında başlayan kriz, kısa sürede önce Amerikan ekonomisinin tamamına, ardından da küresel bir boyut kazanarak dünya finansal sistemine sirayet etmiştir. Kriz, her ne kadar dünyanın en büyük ekonomisinde ortaya çıkmış olsa da gelişmekte olan ülkelerde de önemli boyutlarda hissedilmiştir.

Türkiye’de finansal sistemin Amerika’daki kadar derin olmaması ve 2001 krizi sonrasında yapılan reformlar nedeniyle küresel kriz daha farklı boyutlarda yaşanmıştır. Dönemin ekonomi politikalarını belirleyen otoritelerin aksine, kriz Türkiye’yi teğet geçmemiş ve derinden etkilemiştir. Türk finans kesiminde güçlü denetim mekanizmalarının varlığı, krizin bu alanda daha az hissedilmesine neden olurken, dünya genelinde ticaret hacminin düşmesi özellikle üretim ve ihracat alanında olumsuz etkiler yaratmıştır.

Ekonomik krizlerin ekonomik yıkımlar yarattığı, aynı zamanda mevcut krizlerden beslendiği ve yenilediği bariz bir gerçektir. Çözümü ise krizlerin önlenmesi ve aşılması için devletin ekonomide etkin bir rol üstlenmesidir. Başarılı sonuçları; başta ABD, Almanya ve Çin modellerindeki gibi, devlet
destekleri ile aşılan büyük buhrandan beri birçok büyük ekonominin içinde olduğu durumları fırsata çevirerek üstesinden gelmesi ile ispatlanmıştır.

Günümüzde krizlerin etki alanı ortaya çıktıkları ülke ya da sektör ile sınırlı kalmamakta, birbiriyle ilişki halinde olan piyasalar ve teknolojinin sunduğu
imkanlar ile çok kısa sürede her yere yayılabilmektedirler. Gelişmekte olan ülkelerin ortak sorunlarından biri olan sermaye gereksinimi, gelişmiş olan
ülkelerin reel ve finansal yatırımları ile giderilmeye çalışılmaktadır. Finansal sistemin oluşturulması ve dışa açılması, gelişmiş ülkeler için yeni yatırımlar ve daha yüksek kar anlamına gelirken, gelişmekte olan ülkeler için ise yeni kaynaklar anlamına gelmektedir.

Küreselleşme, mal ve sermaye hareketlerinin sınırların ötesine geçmesini sağlarken bir takım sorunları da beraberinde getirmiştir. Gelişmekte olan
ülkelerin küreselleşme sürecinde uyguladıkları liberal politikalar ve finansal serbestleşme uygulamaları kimi zaman hazin sonuçlar vermiştir. Yabancı yatırımların sadece kısa vadeli fonlardan oluşması, reel üretime yönelik yatırımlara dönüşmemekte, dolayısıyla üretimi ve istihdamı artırmamaktadır. Böyle bir durum gelişmekte olan ülke ekonomilerinde finansal kırılganlığa neden olmaktadır.

Gelişmekte olan ülkeler borçlanarak sermaye açığını kapatmaya çalışırken, üretim ve milli gelirin artış göstermemesi borç sorununu kronik bir hale getirmektedir.

Tüm bunların üzerine ani ve şiddetli gerçekleşen yabancı sermaye hareketleri, özellikle sermayenin bulunduğu ülkeyi terk etmesi gibi durumlarda krizler gerçekleşmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde gerçekleşen finansal krizleri ele aldığımızda bu tablonun benzer bir şekilde pek çok
kez tekrarlandığını görmek mümkündür. Latin Amerika ülkeleri finansal serbestleşme politikaları ile daha erken tarihlerde karşılaştığı için finansal
krizler ile tanışması da daha eskidir. Yukarıda bahsedilen kronik borç sorunlarına spekülatif ve ani sermaye hareketlerinin eklenmesi bu ülkelerde
krizler ile sonuçlanmıştır. Daha farklı makro ekonomik yapıda ve farklı dönemlerde ortaya çıkmış olması rağmen, Asya ülkelerinde gerçekleşmiş
olan krizlerin üzerinde de küreselleşmenin ve kontrolsüz izlenen finansal serbestleşme politikalarının etkileri mevcuttur.

Türkiye’nin krizler tarihine baktığımızda ; Cumhuriyetin ilanından beri karşılaşılan en büyük ekonomik sorun olan sermaye yetersizliği borçlanarak karşılanmaya çalışılmıştır. Borçlanma maliyetlerinin yükseldiği ya da borçlanmanın sürdürülemez olduğu dönemlerde ise krizler meydana gelmiş, çoğu zaman uluslararası finansal kurumlardan destek alınmıştır.

Sonuç olarak, bu krizlerden çıkartılabilecek en önemli ders; finans kurumlarının kredi işleyişinin düzenlemesi ve devletin ekonominin can damarı
olan işletmelerimizi desteklemesi gerekliliğidir. Finans sektörünün ve reel sektörün dış borcu kontrol altına alınmalı, iç tasarruf oranını yükseltici düzenlemeler yapılmalı, ihracat yapılan ülkeler mutlaka çeşitlendirilmelidir. Gelişen ekonomilerde devletin sadece büyük sanayicilerle değil, gerek kobi gerek ise küçük işletmeleri desteklemesinin ülke ekonomisini her çeyrekte büyümeye ve büyütmeye teşvik edeceği gerçeği ekonomik bir küresel
realite olarak karşımıza çıkaracaktır.